7 Eylül 2011 Çarşamba



 







Sevgi ve nefret beyinde yan yana

Londra College Üniversitesi’nde çalışan Türk sinirbilimci Semir Zeki ve John Romaya, nefretten sorumlu beyin bölgesini buldu. Nefret; korku ve öfkenin aksine farklı beyin bölgelerini etkinleştiriyor ve iki bölgeyi de sevgiyle paylaşıyor. Yani, beyinde sevgi ve nefret yan yana duruyor.
Londra College Üniversitesi’nde çalışan Türk sinirbilimci Semir Zeki ve John Romaya, nefretten sorumlu beyin bölgesini buldu. Nefret, korku ve öfkenin aksine farklı beyin bölgelerini etkinleştiriyor ve iki bölgeyi de sevgiyle paylaşıyor. Buna göre nefret ve romantik duygularda “Putamen” ve “İnsula” (adacık) olarak bilinen bölgeler etkinleşmekte.
Zeki, Putamen bölgesinin hareketleri hazırladığını söylüyor. İnsula ise rahatsız edici uyarımlara reaksiyon göstermekte. Nefret duyguları Putamen ve İnsula dışında ayrıca saldırganlıkla ilişkili olduğu bilinen beyin bölgelerini de etkinleştirmekte.
Araştırmacılar fonksiyonel rezonans tomografisiyle nefret ettikleri insanların resimlerine bakan 12 katılımcının beynini inceledi. Resimde görülen kişiler genelde eski sevgililer veya meslekteki rakiplerdi. Araştırmacılar her katılımcının nefret duygularını 0-72 arasında değişen puan cetveline göre sınıflandırdı. Katılımcıların nefret duyguları çok yoğun olduğu zaman söz konusu bölgelerde çok daha yüksek etkinlik saptandı. Sonuçlar, kriminal olaylardaki suç motiflerinin değerlendirilmesi açısından ilginç olabilir.

Mutluluk bulaşıcı

Son yapılan araştırmalara göre duygular, alışkanlıklar ve davranışlar bulaşıcı. Başkalarının üzerimizdeki etkisi sandığımızdan daha fazla. Öyle ki bazen hiç karşılaşmadığımız insanların etkisinde bile kalabiliyoruz.
Harvard Üniversitesi’ndeki bilim insanlarının yürüttüğü bir araştırmaya göre duygudurumumuz üzerinde başkalarının etkisi tahminlerimizden daha fazla. Öyle ki bu “başkaları” yalnızca birinci dereceden arkadaşlarımız olmayabiliyor; arkadaşlarımızın arkadaşlarının arkadaşlarının duygudurumu -daha önce hiç görmediğimiz üçüncü dereceden uzak arkadaşlar- sosyal ağ üzerinden bir virüs gibi bizlere bulaşabiliyor.

Gerçekten de bu, birbirini etkileme olgusu, henüz tam olarak anlamadığımız bir şekilde arkadaşlık ağı üzerinden yayılıyor. Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden tıbbi sosyolog Nicholas Christakis, mutluluk, depresyon, obezite, içki ve sigara alışkanlığı, sağlık takıntısı, özel bir müzik ve yiyecek türü tercihi, hatta intihara yatkınlık gibi duygu ve davranış şekillerinin “Suya atılmış çakıl taşları gibi” sosyal ağlar üzerinden yuvarlanarak yol aldığını ileri sürüyor..

Yalnızca yakın çevremizdekilerin değil, tanımadığımız insanların duygudurumlarından, sağlık durumlarından ve alışkanlıklarından etkilendiğimiz düşüncesi ilk bakışta korkutucu gelebilir. Bu bir anlamda yaşantımızda kontrolü başkalarının ellerine teslim ettiğimiz anlamına geliyor. Çünkü toplumsal etkileşimler genellikle bilinçaltı düzeyde seyreder.

Columbia Üniversitesi’nden sosyolog Duncan Watts, bu konuda tedirginlik yaşamanın gereksiz olduğunu söyleyerek şöyle konuşuyor: “Sosyal etkileşim çoğu zaman iyi bir şeydir. Öncelikle yapısal açıdan sosyal yaratıklar olduğumuzu kabullenelim. Kim olduğumuz ve ne yaptığımız genellikle çevremize çizdiğimiz küçük dairenin dışında kalan güçlerin etkisi ile şekillenir. Bu gerçeği de reddetmeyelim. Dahası, sosyal bulaşıcılık diye bir kavramın farkında olduğumuz zaman bundan etkilenmemenin yollarını da bulabiliriz. Belki de bu olguyu kendi lehimize çevirebiliriz.” İnsanların, etkisi altında oldukları sosyal ağ üzerinde az da olsa bir kontrolleri bulunduğunu ileri süren Christakis, bu şekilde dizginleri tümüyle elden kaçırma riskinin düşük olduğuna inanıyor.

Christakis son araştırmasında mutluluğun insandan insana nasıl bulaştığını araştırmış. Bu araştırmada denek olarak 1948 yılından sürmekte olan Framingham Kalp Araştırması’na katılan deneklerden yararlanan Christakis ve ekibi, mutlu insanların kümeleşme eğilimi taşıdığını ortaya çıkartmış. Bunun nedeni tahminlerin aksine mutlu insanların kendiliğinden birbirlerine yönelmeleri değil. İnsanların bilinçli arkadaş seçiminden bağımsız olarak, mutluluğun sosyal temas yoluyla yayılma şekline bağlı olarak mutlu insanlar bir araya gelebiliyor.

Ayrıca, mutluluğun yalnızca yakın çevredeki arkadaşların mutluluğuna değil, arkadaşın arkadaşının, arkadaşın arkadaşının arkadaşlarının mutluluğuna da bağlı olduğunu ortaya koyan Christakis, “Bir insanın ne kadar çok sayıda arkadaşı varsa o kadar mutlu olması şaşırtıcı gelmeyebilir. Ancak önemli olan arkadaşların sayısı değil, bu insanların mutlu olup olmamalarıdır” diye konuşuyor.


Mutluluğun yayılmasında karşı cins
Christakis, ayrıca, bu etkinin herkes için aynı olmadığını da keşfetmiş. Başkalarının mutluluğundan ne kadar etkilendiğiniz o insanlarla aranızdaki ilişkinin cinsine da bağlı olabiliyor. Örneğin, birkaç kilometre ötenizde yaşayan yakın bir arkadaşınız şu ya da bu nedenle mutlu olduysa, bu olay sizin de mutlu olma şansınızı %60 oranında arttırabilir. Tam tersi, kapı komşunuz mutlu olduğu zaman bu oran yarıya düşebiliyor. Ayrıca aynı evde yaşadığınız kardeşinizin mutluluğunda, sizin mutlu olma olasılığınız bunun da yarısına inebilir. Şaşırtıcı olan, aynı evde yaşayan çiftlerden birinin mutluluğunun diğerini ancak %10 oranında mutlu edebiliyor olması. Bu da sosyal salgınların bir özelliğinin daha ortaya çıkmasına yol açıyor: Sosyal mutluluk, cinsiyeti aynı olan arkadaşlar arasında daha etkili bir şekilde yayılıyor.


Empatik taklitçilik
Bütün bunlar kilit soruyu gündeme getiriyor: Mutluluk gibi bir duygu nasıl salgın şeklinde yayılabiliyor? Bazı bilim insanları bu sonunu yanıtını “empatik taklitçilik”te arıyor. Psikologlar uzun süredir insanların farkında olmadan karşılarındakinin yüz ifadesini, konuşma tarzını, duruş şeklini, vücut dilini ve diğer davranışlarını kopyaladıklarını biliyor. Ve bunu da akıl almaz bir beceri ve hızla yapabilmeleri ayrıca ilgi uyandırıyor. Bunun sonucunda da bir çeşit sinirsel geri besleme mekanizması üzerinden, insanların taklit ettikleri davranışla ilgili duyguları yaşamalarına yol açabiliyor. Almanya’da Tübingen Üniversitesi’nden Barbara Wild ve meslektaşları yüz ifadesi ne kadar derinse, gözlemcilerin yaşadıkları duygunun da o kadar güçlü olduğunu ileri sürüyor (Psychiatry Research, vol 102 p 109). Wild bu sürecin insanın beyninde doğuştan var olduğunu düşünüyor.

Diğer bilim insanları, burada etkili olan mekanizmanın “ayna nöron” faaliyetleri olduğunu ileri sürüyor. Bir çeşit beyin hücresi olan ayna nöronlar, bir eylem yaptığımızda ve aynı eylemi başkalarının yaptığını izlediğimizde faal duruma geçiyor. Bu mekanizmada kesin olan tek şey, bilinçsiz taklitçiliğin karşımızdakinin gerçek duygularını dozu azaltılmış bir yansımasını yaşamamıza yol açtığı.

Gerçek yaşamda duygusal bulaşıcılığını izlerini görmek mümkün. Örneğin depresyon geçirmekte olan bir öğrencinin yatakhane arkadaşının da depresyonu girme olasılığı çok yüksektir. Bu olasılık birlikteliğin süresi uzadıkça artar. Ne var ki bugüne dek hiçbir araştırma niçin bazı insanların duygularının daha bulaşıcı olduğunu ve bazı insanların niçin bu duyguları daha güçlü bir şekilde yaşadığına açıklık getiremiyor. Öte yandan niçin bazı arkadaşların mutluluğu bizleri kardeş mutluluğundan daha fazla etkiliyor? Bunun da altında yatan nedenler bilinmiyor.


Sosyal normların yayılması
Bu bağlamda iki etmenin kritik bir rol oynadığı görülüyor. Bunlar sosyal temasın sıklığı ve ilişkinin gücüdür. Duygusal bulaşıcılığın fiziksel yakınlık gerektirdiği kimseye şaşırtıcı gelmeyebilir. Ayrıca bir insana ne kadar yakınlık duyarsak, bu kişinin duygularını o kadar doğru algılarız ve bu duyguları o kadar da yoğun içselleştiririz.

Duyguların sosyal ağlar üzerinden insandan insana bulaşması gibi başka davranışlar da taklit yoluyla yayılabiliyor. Christakis ve ekibi 2007 yılında gerçekleştirdikleri bir çalışmada obezitenin de mutluluk gibi yayıldığını ortaya çıkartmış. Kilo alma riskinin, arkadaşların ve yakın çevredeki insanların kilo almasıyla arttığını keşfeden Christakis, The New England Journal of Medicine isimli tıp dergisinde yer alan makalesinde “Bir insanın şişmanlama riski, yaşından bağımsız olarak, arkadaşının kilo almasıyla %57, kardeşinin kilo almasıyla %40, eşinin kilo almasıyla %37 oranında artıyor” diye yazıyor. (vol 357, p 370).

Ancak komşuların hiçbir etkisinin olmaması ve bir arkadaşın ne kadar uzakta yaşadığının önemli bir fark yaratmaması, obezitenin mutluluğa göre farklı bir mekanizma üzerinden etkili olduğunu gösteriyor. Burada davranışsal taklitçilik yerine sosyal normlara uyum yeteneğinin etkili olduğu görülüyor. Mutlulukla kilo alma arasındaki benzerlik ise aynı cinsiyetten gelen arkadaşların ve akrabaların daha güçlü bir etki yaratması.

Sosyal normların yayılması sigara içme alışkanlığı konusunda da etkili bir kavram. Ne kadar fazla sayıda insan sigarayı bırakırsa, sigara içmeyi sürdüren insanların üzerlerindeki baskı da o kadar artıyor. Bu durumda insanlar daha çok yakınlarında bulunan insanlardan etkileniyorlar. Eşin sigaradan vazgeçmesi durumunda diğer eşin sigarayı bırakması olasılığı %67’e çıkabiliyor. Ayrıca arkadaşların eğitim düzeyi ne kadar yüksek ise birbirlerini etkileme oranı da o kadar artıyor (The New England Journal of Medicine, vol 358, p 2249).


Üç derece yakınlık kuralı
Mutluluk, obezite ve sigara içme gibi duygu ve davranışların eskiden yakın çevrenin etkisiyle şekillendiği düşünülürdü. Oysa şimdi bunların sosyal güçler tarafından şekillendiği anlaşılıyor. Ayrıca bu alışkanlıkların üç derece yakınlık kuralına uyduğunu ortaya koyan Christakis, daha uzak akraba ve arkadaşların etkili olmadığını ileri sürüyor. Neden üç derece yakınlık? Christakis’e göre bunun nedeni “Yıl içinde arkadaşlar aynı kalırken, arkadaşın arkadaşının arkadaşı değişebiliyor ve farklı insanlar ortaya çıkıyor.”
Bu da başka bir soruyu gündeme getiriyor: Sosyal ağların mimarisini ve bizim bu ağ içindeki yerimizi ne şekillendiriyor? Bunda pek çok etmen etkili. Nerede yaşadığımız, nerede çalıştığımız, ailenin büyüklüğü, eğitim, din, gelir düzeyi, meraklar gibi etmenlerin yanı sıra Christakis son çalışmasında genlerin de önemli bir rol oynadığını ortaya çıkartmış.


Yeni arkadaşlıklar/eski arkadaşlıklar
İnsanlar yeni trendlere uygun arkadaşlıklar kurabilirler. Örneğin kilo vermek istiyorsanız, spor kulüplerine devam eden insanlarla daha fazla vakit geçirebilirsiniz. Christakis bu konuda şu öneride bulunuyor: “Aslında eski arkadaşlarla bağları kopartmak yerine onlarla daha az zaman geçirmek gibi daha akıllıca bir tutumu benimseyebiliriz. Örneğin tembel ve depresif insanlarla koşullar gereği bir zamanlar arkadaş olmuş olabilirsiniz. Ancak ömrünüzü bunlarla geçirmek zorunda değilsiniz. Ayrıca bazı insanları eleme şansınız yok ise bunların vücut dillerini ve yüz ifadelerini taklit etmemeye dikkat edin. Böylece bulaşma riskini de olabildiğince azaltmış olabilirsiniz."

Türklerin sadece yüzde 16’sı mutlu

Amerikan araştırma şirketi Gallup’un araştırmasına göre Türkiye, 124 ülke arasında dünyanın en mutlu 75’inci ülkesi oldu. Araştırmaya göre mutlu Türklerin oranı mutlu Iraklı oranıyla aynı.

Amerikan araştırma şirketi Gallup’un 2010 yılı boyunca dünyanın 124 ülkesinde yürüttüğü “mutluluk anketinin” sonuçları açıklandı. Milliyet gazetesinde yer alan haberde yer verilen araştırmanın sonuçlarına göre Türkiye , 124 ülke arasında dünyanın en mutlu 75’inci ülkesi oldu.
15 yaş ve üzerindeki 1000 yetişkinle görüşülerek yapılan araştırmada katılımcılardan hayatlarındaki mutluluğu 0 ila 10 arasında derecelendirmeleri istendi.
Araştırma şirketi bu derecelendirmeleri, 7 ve üzeri “mutlu”, 7 ila 4 arası “zorlanıyor”, 4 ve altı da “acı çekiyor” şeklinde gruplandırdı. Araştırma sonucunda dünyanın yüzde 21’inin,Türkiye’nin ise yüzde 16’sının “mutlu” olduğu görüldü. Araştırmada başka çarpıcı sonuçlar da elde edildi:
AVRUPA MUTLU
  • Çoğunluğu Avrupa’da bulunan, toplam 19 ülkede mutluluk ortalamasının yüzde 50’inin üzerinde olduğu görüldü.
  • Araştırmanın gerçekleştirildiği 124 ülkeden 67’sinde nüfusun yüzde 25’inden daha azı “mutlu” bir yaşam sürüyor. Türkiye de yüzde 16’lık bir oranla bu 67 ülke içerisinde yer aldı.
  • Türklerin yüzde 16’sı “mutlu.” Yüzde 70’i “zorlandıklarını”, yüzde 14’ü ise “acı çektiklerini” söylüyor.
IRAK'LA AYNI DÜZEYDE
  • Gallup’un araştırmasında Türkiye ve Irak’ta ‘acı çekenler’in oranının aynı olduğu görüldü.
  • Araştırmaya göre Orta Doğu’da yüzde 63’lük bir oranla en mutlu ülke İsrail oldu.
EN MUTLU ÜLKE DANİMARKA
  • 124 ülkeyi kapsayan araştırmaya göre dünyadaki en mutlu ülke Danimarka. Danimarka’da yaşayanların yüzde 72’si mutlu olduğunu belirtmiş. Danimarka’yı yüzde 69 oranı ile İsveç ve Kanadatakip ediyor.
AMERİKA’DA MUTLULUK AZALDI
  • 2010 yılında Avrupalıların mutluluğu artarken, Afrika ve Amerikalıların mutluluğu ise azaldı. Asyalıların mutluluk oranlarında ise bir değişme görülmedi.

Duygusal yüz ifadesi duyu algısını değiştiriyor

Araştırmacılar, yüz ifadelerinin, farklı durumlara uyum sağlayabilmemiz için geliştiğine inanıyor. Araştırmayı gerçekleştiren Kanadalı araştırmacılara göre, korku ifadesi yansıyan bir yüzün görüş alanı genişlerken, göz hareketleri hızlanıyor ve burun delikleri genişliyor. İğrenme durumunda ise tam tersi söz konusu, yani gözler kısılır ve burun delikleri küçülür.

Korku veya iğrenme nedeniyle yüz ifadesini değiştiren kimse duygularını göstermekle kalmayıp, duyu algısını da değiştirmekte.
Araştırmayı gerçekleştirilen Kanadalı araştırmacılara göre korku ifadesi yansıyan bir yüzün görüş alanı genişlerken, göz hareketleri hızlanıyor ve burun delikleri genişliyor. İğrenme durumunda ise tam tersi söz konusu, yani gözler kısılır ve burun delikleri küçülür.
Araştırmacılara göre iki durum da gayet mantıklı. Korku anında tehlike hakkında mümkün olduğunca çok bilgi edinmek yararlı olabilir çünkü. Oysa iğrenme anındaki reaksiyon hastalığa neden olabilecek bir objeye karşı verilmekte. Bu nedenle de pis koku ne kadar az solunursa o kadar iyi. Bilim insanları duygusal yüz ifadelerinin insanlar için önemli olduğunu biliyor.
Duygusal yüz ifadeleri hemen hemen tüm kültürlerde ayırt edilebilmekte, hatta insan beyninde duygusal ifadelerin tanınmasından sorumlu bir bölge bile var. Halihazırdaki teoriye göre bu yüz ifadeleri önemli birer iletişim aracı olduğu kadar, tehlike ve beklenmedik anların uyarılmasında da büyük bir önem taşır.
Peki ama korkan bir insanın yüz ifadesi niçin olduğundan farklı olmuyor? Charles Darwin bile bunun bir rastlantı olmadığını, değişen yüz ifadesinin duyu algısı üzerinde etkili olduğunu tahmin etmişti.
Bu tezi kontrol etmek isteyen Toronto Üniversitesi'nden Joshua Susskind ve ekibi deneklerden korkuyu ve iğrenmeyi yansıtan yüz ifadelerini taklit ederken çeşitli algı testlerini çözmelerini istemişler. Korku anında gözler daha fazla açılınca görüş alanı büyümekte, göz hareketleri hızlanınca da iki obje arasında kalan alan daha çabuk taranabiliyor. Ve genişlemiş burun delikleri sayesinde daha fazla hava solunmakta.
İğrenme ifadesinde ise tam tersi bir etki görülmüş. Araştırmacılar bu nedenle yüz ifadelerinin farklı durumlara uyum sağlayabilmemiz için geliştiğine inanıyor. Daha sonra ise bunların aynı zamanda iyi bir iletişim aracı olduğu ortaya çıkmış olabilir diyen bilim insanları, bundan sonra sevinç, şaşkınlık veya kızgınlık gibi yüz ifadelerinin de benzer bir şekilde gelişip gelişmediğini öğrenmeye çalışacaklar.

Depresyondan koruyan gen

Edinburgh Üniversitesi araştırmacıları, insanları bipolar bozukluktan koruyan bir gen varyantı saptadılar. PNAS dergisindeki araştırma yazısına göre bu gen varyantını taşıyanların, “manik depresyon” olarak adlandırılan psişik hastalığa yakalanma olasılıkları daha düşük.

Edinburgh Üniversitesi araştırmacıları, insanları bipolar bozukluktan koruyan bir gen varyantı saptadılar. PNAS dergisindeki araştırma yazısına göre bu gen varyantını taşıyanların, “manik depresyon” olarak adlandırılan psişik hastalığa yakalanma olasılıkları daha düşük. Söz konusu gen, glutamat reseptörünün bilgilerini taşıyor. Yani beyinde önemli bir uyarı maddesi olan glutamatın yapıtaşı. Araştırmacılar bu genin kısalmış bir varyantını bulmuşlar. İşte bu gen bipolar bozuklukların gelişimini önlemekte. Bu mutasyon ilginç bir şekilde, glutamat tanıma proteinin doğrudan kopyası olan gen alanının dışında kalıyor. Anlaşıldığı üzere kalıtım, yalnızca mRNA’yı yani protein sentezi bilgilerini taşıyan sekansta değişmiş. Araştırmacılar mutasyona uğramış bu mRNA’nın normal biçiminden çok daha dayanıklı olduğunu tahmin ediyorlar. Bu geni taşıyan hücre daha fazla mRNA üretiyor. Daha fazla mRNA ise, hücrede daha fazla glutamat tanıma proteininin üretilebildiği anlamına gelmekte. Bu da hücrelerdeki glutamatın çok daha etkili olduğunu gösteriyor.
Glutamat ve hücre duvarlarındaki tanıma reseptörleri birçok psişik hastalıkta rol oynamakta. Glutamat reseptörlerinin yetersizliğinde bipolar bozukluklar dışında, şizofreni, depresyon ve otizm gibi hastalıklar da gelişebilmekte. Fakat tek bir değişimin niçin bu kadar çeşitli etkiler yaptığı henüz bilinmiyor. Bipolar bozukluk Avrupa’da daha çok yetişkinlerde ve gençlerde görülmekte. Çocuklarda teşhis edilmesi zordur. Çünkü semptomlar yetişkinlerdekinden farklı ve daha çok dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu semptomlarına benzer.

Bitkiler kardeşçe yaşıyor

Bitki dünyasındaki kimyasal alışverişi yakından inceleyen bilim insanları, bitkilerin kendi aralarında özel bir iletişim ağı kurduklarını ortaya çıkarttı. Bitkiler bu şekilde bilgi alışverişinde bulunuyor, birbirlerinin eksikliklerini tamamlıyor ve tehlike durumunda bir diğerini uyarıyor.
Bir süredir bitkilerin birbirleriyle iletişim içinde olduğu biliniyordu, ancak aralarındaki iletişimin ne kadar gelişmiş ve karmaşık olduğu yeni yeni anlaşılıyor. Bitkiler sürekli olarak bir diğerinin kimyasal “gevezeliğine” kulak verirler. Bunu bazen bencillikten, bazen de yardım amacıyla yaparlar. İskandinavya’ya özgü orman gülü bitkisinde olduğu gibi bazı bitkiler, sınırlı kaynaklarını paylaşarak komşularına destek olur. Diğerleri yakın akrabalarını tanır ve onları yabancılar karşısında kayırır.
Yaşam mücadelesinin belgeleri

“Bitkiler gece kulüplerine gitmezler, sinema izlemezler. Ama zengin bir sosyal ağları vardır” diye konuşan Kanada’daki University of British Columbia’dan orman çevre uzmanı Suzanne Simard, “Birbirlerine destek oldukları gibi, birbirleriyle kavga da ederler. Bitkilerin işaret dilleri ve iletişim yolları hakkında bilgimiz arttıkça öğrendiklerimiz bizi büyülüyor” diyor.

Fotoğrafçılık tekniklerinin gelişmesiyle birlikte, yoğun bir bitki nüfusuna sahip ormanlarda tek tek her bitkinin hayatta kalmak için nasıl mücadele verdiğini belgelemek artık mümkün. Orman arazisinde taze bitmiş filiz ve fidanların köklerine yer açmak için verdikleri uğraş artık adım adım izlenebiliyor. Yere düşen yaşlı ağaçlar, genç fidanlar için besin kaynağı oluyor. Sarılacak bir kütük arayan sarmaşıklar, büyük bir telaş içinde önüne gelen her ağaca saldırıyor. Yabanıl çiçekler bahar aylarında çiçeklerini açmak için birbirleriyle yarışırken, arıların dikkatini çekmek için koku ve renk silahlarını kuşanıyorlar.

Bitkilerin gizli sosyal yaşamlarını daha iyi anlamanın yolu, ileri teknoloji ürünlerinden yararlanarak dikkatli bir gözlemden geçiyor.

Besin paylaşımı

Öncelikle işe yeraltındaki rizosfer (bitki köklerini doğrudan doğruya çepeçevre saran ve fiziksel, kimyasal, biyolojik özellikleri bitkiden bitkiye değişen ekosistem) başlamak gerekir. Orman tabanının altındaki her avuç toprak milyonlarca minik organizma içerir. Bu bakteri ve mantarlar bitkinin kökleriyle sembiyotik bir ilişki kurarlar. Bu şekilde bitkinin su ve yaşamaları için gerekli olan nitrojeni emmesini kolaylaştırırlar. Bunun karşılığında sabit bir besin kaynağına sahip olurlar.

Şimdi rizosfer tabakasının daha yakından gözlenmesiyle, mantarların bir düzineden fazla ağaç kökünü uzantılarıyla birleştirdiği ortaya çıkıyor. Bazen bu birleştirilen bitkiler, aynı türden olmayabiliyor. Ayağımızın altındaki bu ağ gerçek bir sosyal ağdır. Bunların üzerindeki radyoaktif karbon izotoplarının hareketlerini izleyen Simard, su ve besinlerin “karnı tok ağaçtan”, “aç ağaca” doğru aktığını keşfetti. 2009 yılında yayımlanan bir çalışmaya göre bir cins çam türünde, daha yaşlı ağaçlar karbon ve nitrojen içeren moleküllerini aynı türün fidanlarına aktarıyor. Böylece fidanlar daha sağlıklı bir gelişim gösterebiliyor (Ecology, vol 90, p 2808).

Bilgi paylaşımı

Bitkiler yiyeceklerini paylaştıkları gibi bilgilerini de paylaşırlar. Biyologlar bir süredir saldırıya uğramış bitkilerin havadan savunma sinyalleri gönderdiği biliyorlar. Örneğin bir tırtıl domates fidanını yemeğe başladığı zaman, yapraklar zehirli bileşimler salgılar. Bu bileşimler, saldırganı kaçırttığı gibi komşu bitkileri de kendi savunmalarını hazır duruma geçirmeleri için uyarır.

Çin, Guangzhou’daki Güney Çin Ziraat Üniversitesi’nden Yuan Yuan Song ve ekibi, benzer kimyasal alarm çağrılarının, havadan olduğu gibi yerin altından da yol alıp almadığını araştırdı. Deneyde bir grup domates bitkisine hastalık yaratan mantar bulaştırıldı ve bunların yeraltındaki kökleriyle bağlantısı olan ikinci bir domates grubunun tepkileri ölçüldü.

Hastalıklı bitkinin toprak üzerindeki kısmı plastik torbalarla sıkı sıkıya örtülerek havadan iletişim kurması engellendi. Bütün buna karşın sağlıklı domates grubunun savunma amaçlı kimyasal maddeler salgılamaya başladığı tespit edildi. Bu da bitkilerin alarm uyarılarını yeraltında da yürüttüğü anlamına geliyordu (PLoS One, vol 5, p e13324).

Kendi türünü kayırma eğilimi

Song’un bulduklarıyla ilgili olabilecek bir diğer keşif de bazı bitkilerin kendi türünden gelenleri tanıyabilmesi ve ortak çıkarları için birlikte hareket etmeleri. Fort Collins’teki Colorado State University’den Amanda Broz, söğüt otu (Persicaria praetermissa) denilen bitkiyi bir serada hem çim bitkisiyle hem de diğer söğüt otlarıyla yan yana yetiştirdi. Daha sonra üzerlerine methyl jasmonate olarak bilinen bir kimyasal püskürttü. Bitkiler yara aldıkları zaman bu kimyasal maddeyi salgılarlar. Söğüt otunun tepkisinin komşularına bağlı olarak geliştiği görüldü. Kendi türünün üyeleriyle yan yana büyüyen söğüt otu, savunmasını güçlendirmek için yaprak toksinleri üretti. Ancak komşusu çimen olan söğüt otu, yaprak ve gövdesinin gelişimine odaklanmayı tercih etti. (BMC Plant Biology, vol 10, p 115)

Bu tür bir ayırım anlamlıdır, çünkü söğüt otu, doğal ortamında, tek bir bitki türü olarak yoğun bir biçimde kümelenmiş olması durumunda, çok sayıda zararlı böceği kendine çeker. Ancak diğer söğüt otlarıyla işbirliği içinde savunma yaparlarsa, böcekleri uzaklaştırmaları kolaylaşır. Oysa söğüt otları normal çim bitkisi ile kuşatılmış ise en doğru strateji, savunmayı komşulara bırakmak ve kendi büyümesine öncelik tanımaktır.

Broz’un bu araştırması geçen yıl yayımlandı. Bu nedenle bitkilerin kendi türünden olanları nasıl tanıdığı konusunda yeterli araştırma henüz yapılamadı. Buna karşın bir bitkinin aile değerlerine ne kadar bağlı olduğu, 2007 yılında yapılan bir araştırmada tüm yönleriyle açıklık kazanmıştı. Bu çalışma Kanada, Ontario’da McMaster Üniversitesi’nden Susan Dudley tarafından yapıldı (Biology Letters, vol 3, p 435).

Dudley, ABD’de Göller Bölgesi’nde yetişen turpgiller sınıfından eğri büğrü bir otu (American sea rocket) inceledi. Çalışmada farklı türde bitkilerle birlikte yetişen bitkinin köklerini olabildiğince uzağa uzattığı, alabildiği kadar suyu ve besinleri emmekte tereddüt etmediği ortaya çıkmıştı. Ancak Dudley aynı alana aynı türden bitkileri ektiği zaman bitki köklerini bu kadar uzatmıyor ve besin ve suyu paylaşıyordu.

Bunu izleyen bir başka çalışmada Newark’taki Delaware Üniversitesi’nden Meredith Biedrzycki ile işbirliği yapan Dudley, bu sinyallerin eksüda (rizosfere uzanan köklerin salgıladığı fenol, flavanoid, şeker, organik asit, amino asit ve proteinten oluşan kokteyl) şeklini aldığını keşfetti. Bütün bunların bitkilerin akrabalarına tanımalarına nasıl yardım ettiği henüz bilinmiyor (Communicative&Integrative Biology, vol 3, p 28).

Kendi türünü tanıma yetisi

Son birkaç yıldır akrabalık ilişkilerini tespit etme yetisinin başka bitkilerde de olduğu anlaşıldı. Bitkilerin “laboratuvar sıçanı” olarak tanımlanan Arabidopsis thaliana* bu bitkilerden biri. Bazı botanikçiler bu sonuçlara bakarak bitkilerin hayvanlarda olduğu gibi akrabalarını tanıma yetisine sahip olduğu ileri sürüyor. Bu yeti sayesinde bitkiler akrabalarına yardım edebiliyor; üremelerini kolaylaştırıyor.

Akraba tanımanın evrimsel bir mantığı da var. Bu yetenek sayesinde bitki genlerinin bir sonra nesle geçmesini garanti altına almış oluyor. Dudley bu yeteneğin hayvanlar alemindeki yararlarının bitkilerde de geçerli olduğuna dikkat çekiyor.

Akrabaları tanıma özelliği aynı zamanda akraba bitkilerin de hayatta kalma şansını arttırıyor mu? Davis’teki Kaliforniya Üniversitesi’nden Richard Karban’ın yürüttüğü çalışma bu sorunun yanıtını araştırdı.

Karban çöllerde yetişen bir çalılık türü olan Artemisia absinthum bitkisini (Türkçede pelin olarak bilinir) araştırdı. Bu bitki böcekleri uzaklaştırmak için çeşitli kimyasallardan oluşan bir koku salgılar, Karban, saldırı tepkisini doğurmak amacıyla tek bir bitkinin yaprağını kestiği zaman, kendi benzerleri arasında yetişen bitkinin, farklı bitkiler arasında büyüyen bitkiye göre daha yoğun bir salgı çıkarttığını gözlemdi. Dahası, beş ay sonra bile komşu akrabaların tırtıllardan diğer zararlı böceklerden daha az zarar gördüğü ortaya çıktı (Ecology Letters, vol.12, p 502)

Bitkiler arasındaki sosyal ağların insanlara yararı

Kanada’daki Alberta Üniversitesi’nden James Cahil, son günlerde bitkilerde ortaya çıkan bu yoğun sosyal ağın tarımsal faaliyetlerde çok büyük bir potansiyel taşıdığını ileri sürüyor. Bu stratejilerden biri birbiriyle ilişkisi olan bitkilerin yan yana ekilmesi.

Örneğin farklı bitkiler yan yana ekildiğinde, zararlı böceklerle mücadelede, arıların ilgisini çekmede ve besinlerin daha ekonomik olarak paylaşılmasında büyük fayda sağlanabilir. Bu eski bir tekniktir. Çiftçiler, deneme yanılma yöntemiyle veya yakın gözlem ile bu tekniği yıllardan beri uygular.

Örneğin fasulye nitrojeni artırdıkları için diğer bitkilerin gelişimini hızlandırır. Avrupalılar 15.yüzyılda Amerika’ya ayak bastıklarında Yerlilerin mısır ile fasulyeyi birlikte aynı tarlada yetiştirdiği gördü; mısır bitkisi fasulyeler için sarılacak bir doğal sırık vazifesi görüyordu.

Şimdi en son bilgilerden yararlanarak mono-kültür ile bağlantılı sorunları yeni ve daha yararlı ilişkilerden yola çıkarak çözebiliriz. Tek bir zararlı mantar veya bakteri genetik olarak benzer bitkilerin ekili olduğu koca bir tarlayı silip süpürdüğü zaman, çiftçiler genellikle bol miktarda böcek ilacından yararlanır. Oysa bunun yerine birbirlerinin zararlılarını kovacak bitki kombinasyonu havadan ve toprak altından haberleşerek doğal yoldan bu mücadeleyi başlatabilir.

Toprak kardeşliği

Cahill’in bir düşüncesi daha var. “Gübre tarlanın her noktasına eşit olarak dağıtılmıyor” diye konuşan Cahil, Belki de birbirleriyle daha yakın ilişkiler kuran bitkileri aynı tarlada yetiştirmeliyiz. Böylece gübreyi paylaşabilirler” diyor.

Aynı şekilde Simard, bitkilerin toprak altında kurdukları sıkı ağlardan yararlanarak yaşlı ve genç bitkilerin birlikte yetiştirilmeleri gerektiğini düşünüyor. Örneğin yaşlı ağaçların hemen temizlenmemesini, genç filizlerin büyükbabalarının toprak altında kurduğu ağlardan yararlandığını düşünüyor. Ayrıca çiftçilerin agresif bir sulama ve gübreleme faaliyetinden uzak durmalarını, çünkü bu uygulamaların toprak altındaki hassas ağa zarar verebileceğini öne sürüyor.

Ne var ki bu taktikleri hemen yaşama geçirmeye başlayacak aşamaya daha gelemedik. Bu konuda daha netlik kazanması gereken pek çok nokta var. Dudley, “Bundan sonraki aşamada köklerin nasıl büyüdüğünü izlemek ve havadan nasıl iletişim kurduklarını anlamak için daha gelişmiş tekniklere ihtiyacımız var. Bunun yanı sıra hangi genetik faktörlerin bu iletişimi etkilediğini ortaya çıkartmamız gerek. Bu aşamada bizi en fazla zorlayacak olan moleküler bazdaki çalışmalar. Ancak bu alanda da önemli adımlar atılmış biliniyor” diyor.

Köklü değişiklik gerekli!

Bitkilerin karmaşık ilişkileri olduğu gerçeği yerleşik kafa yapısında köklü değişikliklerin yapılmasını zorunlu kılıyor. Biedrzycki bu değişikliği şöyle özetliyor: “İnsan çok uzun süredir bitkilerin toprak üzerinde öyle, sabit durduğunu sanıyordu. Ancak sandığımızın aksine hayatta kalmak için büyük bir mücadele veriyorlar. Bu da bitkilerin, kimyasal iletişim yoluyla çevrelerindeki koşulları değiştirme yeteneğine sahip oldukları anlamına geliyor. Tek hücreli organizmaların bile birbirleriyle etkileşim içinde oldukları bilinirken, bitkilerin karmaşık bir iletişim ağına sahip olmaları insanları niçin şaşırtıyor?”

Kaynak: New Scientist, 26 Mart 2011

www.botany.hawaii.edu/faculty/wong/BOT135/Lect26.htm

Beynimizdeki Negatif Eğilim

Neden bir zamanlar bize yapılan hakaretler, kötü davranışlar beynimizin içine belki de yıllar boyunca yerleşip kalıyor? Niye insanların depresyonu geçiştirmek için fazladan çaba göstermesi gerekiyor? Bütün bunlar beynimizdeki 'negatif eğilim'den kaynaklanıyor: Beyniniz, kötü haberlere karşı daha fazla duyarlılık gösteriyor. Bu eğilim, o kadar otomatik bir şekilde meydana gelir ki, beynin bilgi işleme sürecinin en erken safhalarında bu keşfedilebilir.

Örnek olarak, önceden Ohio State University'de, şimdi ise University of Chicago'da çalışan John Cacioppo'nun çalışmalarını ele alabiliriz. Cacioppo, insanlara değişik duygular uyandıracak resimler gösterdi; pozitif duygu uyandıranlar (örn: Ferrari, pizza), negatif duygu uyandıranlar (örn: kötürüm bir surat, ölü bir kedi) ve nötr duygu uyandıranlar (örn: tabak, saç kurutma makinesi). Aynı zamanda, bu sırada oluşan bilgi işlemenin şiddetini yansıtan ve beynin serebral korteksinde meydana gelen elektriksel aktivite kayıt edildi.

Cacioppo'nun açıklamalarına göre; beyin negatif uyaranlara karşı daha güçlü bir tepki gösteriyor. Elektriksel aktivitede daha fazla bir dalgalanma meydana geliyor. Bu yüzden, tutumlarımız iyi haberlere oranla kötü olaylardan daha fazla etkilenmektedir.

Negatif olaylara daha fazla ağırlık vermemiz aslında iyi bir sebepten kaynaklanıyor olabilir ve bizi zarar verebilecek şeylerden koruyabilir. İnsanlık tarihi boyunca, hayatta kalmamızı tehlikelerden kaçma yeteneğimize borçluyuz. Beynimiz, bizim tehlikeleri fark etmemizi kaçınılmaz kılacak ve böylece bunlara tepki göstermemizi sağlayacak sistemler geliştirmiştir.

Negatif durumlara karşı beynin aşırı duyarlı olması, bu eğilimin yaşamımızın bütün alanlarında da çalışacağı anlamına gelmektedir.

Bu eğilimin, yakın ilişkilerimizin çoğu üzerinde güçlü bir rolü olduğunu öğrenmek süpriz olmamalıdır. Birçok çalışma göstermektedir ki, çiftler arasındaki ilişkilerde olumsuzluk ve olumluluk arasında ideal bir denge vardır. Sağlıklı evliliklerde, olumlu ile olumsuz arasındaki dengeyi otomatik olarak ayarlayan bir termostat var gibidir.

Mutlu çiftleri, evliliklerinde derin sorunlar yaşayan diğer çiftlerden esas ayıran şey, birbirlerine karşı olan, olumlu ve olumsuz duygu ve hareketler arasındaki sağlıklı dengedir. Çok sık tartıştıkları halde, bu durumu birbirlerine sevgi ve tutku gösterileriyle dengeleyebilen çiftler vardır. Bu çiftler, pozitif davranışlara ne zaman ihtiyaç duyulduğunu net olarak bilirler.

Fakat bu işin hileli bir tarafı var. Negatif, pozitife oranla daha ağır bastığı için, dengenin sağlanması demek, pozitif ile negatif arasında %50 eşitlik olacak anlamına gelmemektedir.

Araştırmacılar, çiftlerin kavga ederek ve olumlu bir şekilde geçirdikleri zamanı dikkatli bir şekilde planını çıkardılar ve evlilik hayatını, her iki partner için de tatmin edici kılmak için gerekli olan olumsuzluk ile olumluluk miktarının arasında çok spesifik bir oran olduğunu buldular.

Bu sihirli oran bire beş. Karı-koca arasında her olumsuz olaya karşılık, beş kez pozitif duygular ve etkileşim meydana geliyorsa, bu evlilik zamanla daha dengeli olacak gibi gözükmektedir. Buna karşılık, boşanan çiftler aralarında gelişmekte olan olumsuzluklarla mücadele etmek için çok az pozitif şey yapıyorlar.

Diğer araştırmacılar da, yaşamımızın diğer alanlarıyla ilgili olarak benzer sonuçlar bulmuşlardır. Önemli olan, bire beş oranındaki bu küçük pozitif hareketlerin sıklığıdır.

Arasıra meydana gelen büyük pozitif deneyimler (örn: doğum günü kutlaması) de iyidir, fakat bu tip deneyimler, beynimizin negatif eğilimi önemsememesini sağlayacak etkiyi yaratmıyor. Terazide mutluluğun ağır basması için, küçük pozitif deneyimlerin sıklığı önemlidir.

Benzin buharı saldırganlığı tetikliyor

Kairo Üniversitesi araştırmacısı Amal Kinawy, hayvanlarla gerçekleştirdiği deneyler sonucunda benzin buharları ve saldırgan davranışlar arasında bir ilişkinin bulunduğunu saptadı. Araştırmacı benzin buharlarının insanları da saldırganlaştırdığını düşünüyor.
Deneyler sırasında bazı fareler temiz hava solurken, diğerleri kurşunsuz veya kurşunlu benzin buharı solumuş. Bu şekilde benzin buharı soluyan farelerin saldırganlığa yatkın hale geldikleri ve temiz hava soluyanlara kıyasla daha sık saldırdıkları gözlemlenmiş. Araştırma sonuçlarına göre iki benzin türünün buharı da sinir sisteminde değişimlerini neden oluyor.
eney farelerinin beyin hücreleri agresif serbest radikallere karşı daha duyarlı hale gelirken, beyindeki ve dopamin dengesi de değişmekte. Milyonlarca insan benzinliklerde araçlarına yakıt doldururken benzin buharı soluyor. Ancak fare deneylerinde kullanılan benzin buharının miktarı, benzin istasyonlarınkinden çok daha yüksekti diyor araştırmacılar.

Az yiyen daha iyi hatırlıyor

Münster Üniversitesi araştırmacıları, daha düşük kalorili beslenme biçiminin, yaşlıların belleği üzerinde olumlu etki yaptığını buldu. İnsanlarla gerçekleştirilen bu araştırma, daha önceleri hayvanlara yapılan deneyleri kanıtladı.

Az yiyen daha iyi hatırlıyor. Proceedings dergisinde yayımlanan ve Agnes Flöel yönetiminde gerçekleştirilen araştırmaya yaş ortalaması altmışı bulan elli kişi katılmış.
Birinci grup günlük kalori alımını yüzde otuz azaltırken, ikinci grupta kalori alımı aynı kalmış ama bunun yerine besinlerdeki doymamış yağ oranını yüzde yirmi arttırılmış. Beslenme alışkanlığını değiştirmeyen üçüncü gruptan ise kontrol grubu olarak yararlanılmış.
Üç ay sonra sadece birinci gruptaki insanlarda bellek yetisinin güçlendiği görülmüş. Bu gruptakilerle gerçekleştirilen standart kelime testinde, katılımcıların üç ay öncesine göre yüzde yirmi daha başarılı oldukları görülürken diğer gruplarda kayda değer değişimler saptanmamış.
Ayrıca diyet grubundakilerin ensülin değeri ve iltihap parametreleri de daha düşük çıkmış. Ensülin ve iltihaplara bağlı algılama bozukluğu arasındaki ilişki için yeni bilgiler edinebilme umuluyor.

"Aptallık geni" bulundu

Atlanta'daki Emory Üniversitesi'nde farelerde tek bir genin devre dışı bırakılmasıyla hayvanların 'akıllandığı' görüldü.
Genetikçilere göre uygulama insanlar üzerinde de gerçekleştirilebilir. Farelerde devre dışı bırakılan “aptallık geni” sayesinde hayvanlar daha iyi öğrenmeye başladıkları gibi bellekleri de güçlenmiş. İnsanın da aynı gene sahip olması nedeniyle buluştan insanların da yararlanabileceği sanılıyor. Yeni keşfedilen gen sayesinde insanlar daha akıllı olabilecek ve buluş aynı zamanda Alzheimer tedavisinde de işe yarayabilecek diyor uzmanlar.
“Homer Simson geni” veya RGS14 geni olarak da isimlendirilen genetik kot, hatırlamayı tetikleyen sinyallerin işlenmesinde önem taşıyor. Söz konusu gen, öğrenme ve anıların biçimlenmesi sırasında etkinleşen “hipokampus” bölgesinde yer almakta. Genin devre dışı bırakılması halinde hipokampus anıları depolamaya itiliyor ve böylece beynin çalışma belleği aniden büyüyor.
Bu gen aslında on yıl önce bulunmuş ve o zamandan bu yana ayrıntılı bir şekilde araştırılıyordu. Geçen yıl gerçekleştirilen bir araştırmayla yüksek seviyede RGS14’ün belleği önemli ölçüde iyileştirdiği ortaya çıkmıştı. Son araştırmada ise aynı genin devre dışı bırakılmasının da belleğe yardımcı olduğu görüldü. Farelerde bu genin hapla etkisizleştirilmesinden sonra, hayvanlar labirentteki en iyi yolu diğer farelerden daha çabuk buldukları gibi daha sonraları da daha kolay hatırlamışlar. İnsanların (ve farelerin) kendilerini olduklarından “aptal” kılan bir gene niçin sahip olduklarını bilim insanları henüz bilemiyor.

Ya Amerika'ya gitseydi...

Yıllar önce bir Milli Eğitim Bakanının odasının kapısı çalındı. Içeriden kararlı ve tok bir ses " girin diye seslendi.

Oldukça mütevazi döşenmiş odaya iki tane lise talebesi girdi. Tombul yanaklı olan Milli Eğitim Bakanının yanına yanaşarak " Babacığım merhaba. Elini öpmeye geldik Gazi ile beraber" diyerek arkadaşını gösterdi.

Mezun olmuşlardı iki samimi arkadaş liseden. Gazi ve Can. Bakanın elini öptükten sonra masanın karşısındaki koltuklara oturdular.

Tombul yanaklı çocuk söz aldı, Babacığım biliyorsun okulumuzu her ikimiz de başarı ile bitirdik. Ve br yıldır para biriktiriyorduk. Eğer senin de iznin olursa Bakanlığın bursundan yararanıp Amerika'ya okumaya gitmek istiyoruz." Bakan küçük bir sessizlikten sonra " Oğlum biraz dışarı çıkarmısın? Bizi arkadaşınla bir iki dakika yanlız bırak dedi.

Oğlu dışarı çıktıktan sonra uzun boylu çocuğa şöyle dedi. Bak evladım,ben sizler gibi başarılı öğrencilerin yurt dışında öğrenim görmesini her zaman desteklerim. Fakat bir bakan olarak oğlumu Amerika'ya gönderirsem, bunu başkaları farklı değerlendireceklerdir. Bu yüzden sadece sana burs vereceğim. Gerekli işlemlerin yapılması için talimatı veririm az sonra. Hayırlı olsun deyip dışarı çıkmasını söyledi talebenin.
Heyecan içinde kapının önünde bekleyen bakanın oğluna sarıldı çocuk. " Can sana bir iyi, bir kötü haberim var. Baban bana burs verdi ama senin gitmeni onaylamıyor.
Tombul yanaklı çocuk elini cebine atıp bir mendil çıkarttı. Içi para dolu olan mendili arkadaşına verip, al bunları Gazi. Nasıl olsa bana lazım değil bu para artık dedi, bir yıldır biriktirdiği Amerika hayaliyle olan parayı arkadaşına uzattı.

Oğlunun geleceğini bile ülkesinden sonra düşünen onurlu Milli Egitim Bakanımızı Sayın Hasan Ali Yücel Beyi rahmetle anıyorum. Mekanı cennet olsun. Allah kabir azabı çektirmesin.

Oğlu Can büyük edebiyatcı Can Yücel'dir.
Onun lise arkadaşı Gazi ise dünyanın en ünlü beyin cerrahlarından Prof.Dr. Gazi Yaşargil'dir.